4.9 C
Almanya
Cuma, Nisan 19, 2024

Mutsuzluk ve umutsuzluk hali – Züleyha Akın

“Benim çocuğum olsaydı, onu asla yatılı okula vermezdim.”

Gecenin ilerleyen saatleriydi. Uzaktan amfi tiyatrodan müzik sesleri geliyordu. Deniz manzaralı balkondaydık. Sivrisineklerin istilasına uğramamak için balkonun ve salonun ışığını yakmamıştık. Birbirimizin yüzünü çok az seçebiliyorduk.

Cep telefonum çaldı. Bu saatlerde kimseyle konuşmak istemiyordum. Acil bir durum olmadığı takdirde ben de kimseyi aramazdım. Yaklaşık yarım saat önce deprem olmuştu. Arkadaşım o nedenle arıyor olmalıydı. Kısa bir konuşma yaptık. Telefonu kapattığımda bana baktı.
“Telefon eden arkadaşın duyarlı birisi anlaşılan. İnsanın merak edeninin olması güzel” dedi. Ben de başımla destekledim. Daha sonra ikimiz de denize ve hemen üstüne denk gelen boşlukta ayı izlemeye başladık. Deniz sakin ve sessizdi.

Bu defa sessizliği bozan bendim. “Telefon eden arkadaşım Samandağ / Vakıflı köyünde yaşıyormuş. 9 yaşındayken bir gece sabaha karşı jandarmalar evlerine gelmiş. Arkadaşım uyuyormuş. Kapıyı annesi açmış. Oğlunu sormuşlar. Annesi de oğlunun uyuduğunu ve uyandırmak istemediğini söylemişse de jandarmalar odaya dalmışlar. Ellerindeki tüfeğin dipçiğiyle dürterek uyandırmışlar. Korku ve şaşkınlıkla bakmış askerlere. Annesi oğluna sarılmış. Oğlunu almamaları için yalvarmaya başlamış. Askerler dinlemiyorlarmış. Anne, çaresiz oğlunu apar topar giydirmiş ve jandarmalar arkası açık kamyon kasasına fırlatırcasına atarak hızlıca uzaklaşmışlar. İstanbul’da yatılı bir okulda zorunlu eğitim görmeye başlamış. Okulda hem üst sınıfta okuyan ağır ağabeyler hem de öğretmenlerinden zulüm görmüş. Tam 30 yıl boyunca köyüne dönmemiş.”

Yaşam öyküsünü dinlerken derin bir iç çekti. “Yatılı okulda okumanın ne anlama geldiğini ben iyi bilirim. Annemi çok özlerdim. Geceleri yatakhanede herkes uyurken ben gizli gizli ağlardım. Sessizce ağlamayı o yıllarda öğrenmiştim. Eğitimim tam 7 yıl sürdü. Sonunda okul birincisi olmuştum. Fakat öğretmenlik yapamayacaktım. 18 yaşını dolduramamıştım. Sonuçta mahkeme kapısına gitmiştik. Kaza-i rüşt belgesi almış öğretmenlik mesleğine başlamıştım. Ben çok mutsuzdum. Benim çocuğum olsaydı asla yatılı okula göndermezdim. Arkadaşın azınlıklardan olduğu için zorla gönderilmiş bense giriş sınavında başarı göstererek gitmişim. Ne fark eder ki…”

Sesi titrekti. Ağlıyor muydu bilemedim. İkimiz de ışığı yakmak istemiyorduk. Benim de gözlerim dolmuştu. Fark etmesin diye elimi gözlerime götürmedim. Dağ tarafından rüzgâr esiyordu. Nasıl olsa rüzgâr kuruturdu gözyaşlarımı…

Yan binadan anason ve sigara kokusu geliyordu. O an ikimizin de canı sigara istemişti. Yatılı okulda alıştığı sigarayı 10 sene önce ağır bir hastalık geçirdiği için içemiyordu.

Yine başını bana doğru çevirmeden denizi seyretmeye başladı. “Babam sigarayı çok sevmesine rağmen bırakmıştı. Fakat sigara içmeyi çok sevdiği için ve de içemediği için bir karar vermişti. Öleceği güne yakın bir zaman diliminde sigaraya yeniden başlayacaktı. Nasıl olsa öleceğim diye doyasıya sigara içecekti. Fakat babam zamansız öldü. Düşüncesini gerçekleştiremedi. Ben de öyle yapacağım. Ölmeden önce sigaraya başlayacağım.”

Bu nasıl bir duyguydu? Ölmeden önce sigara içmek… Babasının gerçekleştiremediği bir olayı gerçekleştirmek. Mutsuzluk ve umutsuzluk hali. Yeniden söze başladı.

“Öğretmenlik yaşamım başladı. Dağ köylerine gittim. Muhtarla, jandarma komutanıyla, kaymakamla, ilçe milli eğitim müdürüyle kavgalarım başladı. Bense bağımsız ve bağlantısız eğitim vermek istiyordum. Sınıfa girdiğimde ben ve öğrencilerim olmalıydık. Kimse dışarıdan müdahale etmemeliydi. Öyle olmadı ki… Hep varlardı, var olmaya çalıştılar. Öğrencilerime muhbirlik yapmasını dayattılar. Hiçbiri kabul etmedi de ne oldu? Soruşturmalar, yargılanmalar devam etti.”

Bu konuda çok haklıydı. Birçok soruşturmayı beraber göğüslemiştik. Ben en yakın tanığıydım. Bu Coğrafyada gerçek eğitimci olmanın bedelini ödemek ne kadar zordu. Baskılar, yıldırma operasyonları emeklilik dilekçesini verinceye kadar devam etmişti. Sonunda yıllarca yaşadığı kenti bırakarak bu küçük sahil kasabasına taşınmıştı. Birkaç yakın komşusu ve onların dışında birlikte yürüyüş yaptıkları bir tek arkadaşı vardı. Bir de her hafta yaklaşık 6 kitap alıp okuduktan sonra iade ettiği ve yeniden kitap aldığı kütüphanenin görevlisiydi.

Gündüzleri cayır cayır yandığımız hava serindi. Rüzgâr hızlanmıştı. Biz yine de üşümüyorduk. Derin derin yine içini çekti. Neredeyse sabah olmak üzereydi.

“Benim çocuğum olsaydı, onu asla yatılı okula vermezdim” dedi.

Züleyha Akın – Datça

Son Haberler

İlgili Haberler