12.4 C
Almanya
Cuma, Nisan 26, 2024

Ezel (Ben seni çok sevmiştim) – Züleyha Akın

Söyle bir kırık hava döneyim
Turna uçsun içimde
Ben seni nasıl sarıp nasıl seveyim
Hayalimde düşümde

Hüsnü Arkan – Bir kırık hava

Yıl 1978’di. Bir kamu kuruluşunda çalışmaktaydım. Bir sabah işyerine gittiğimde kara kaplı bir defterin içinde sarı zarf uzatıldı. Evrakı getiren personel gözlerime bakamıyordu. Belli belirsiz bir sesle “elçiye zeval olmaz” demişti. Sarı zarfı aldım ve kara kaplı defterde tarih sayısı yazılı haneye imzamı atmıştım.

Personel gittiğinde sarı zarfı zarf açacağıyla açtım. Sürgün yazım gelmişti de nerede işime başlayacağımı bilmiyordum. Çalıştığım ofiste benden başka 17 kişi çalışmaktaydı. Herkesin gözü üzerimdeydi. Ne tepki vereceğimi merak ediyor gibilerdi.

İçlerinden bir kişi “bu defa sürgün yeriniz neresi? Uzak bir yer mi? diye sorduğunda “çok uzak sayılmaz. Bence uzaklık göreceli bir kavramdır. Gelip görmek isteyen için uzaklık, yakınlık söz konusu değildir” diyerek masamın çekmecelerimi boşaltmayı düşünmüştüm. En alt gözünde kocaman bir poşet vardı. Poşeti açarak rastgele elime ne geçtiyse içine atmaya başlamıştım.

Burası kaçıncı köydü?… Ben bile anımsamıyordum. Gideceğim işyerinin ulaşımını düşünmekteydim. Yeni bir çalışma alanı ve yeni insanlar tanıyacaktım. Bu benim için avantaj olacaktı. Yeniliklere her zaman sıcak bakmıştım.

Özel eşyalarımı poşete doldurduktan sonra ofisteki arkadaşlarımla tek tek vedalaştım. Kadın arkadaşlarımın gözleri dolmuştu. Dokunsam ağlayacaklardı. Kuşkusuz ben de üzülüyordum fakat belli etmemeye çalışıyordum. Onlar beni değil ben onlara teselli etmeye çalışıyordum. Bana koridora kadar eşlik ettiler. Daha fazla gelmelerini istemediğim için geri döndürdüm.

Tayinimi çıkartan kişiye teşekkür etmeden gitmek olmazdı diye düşündüm. Kapısını tıklatmadan açtım. Makamına kurulmuş heybetli görünümlü vatandaş beni görünce paniklemişti. Koltuğundan doğrularak ayağa kalkıp ceketinin düğmesini iliklemekle uğraşıyor fakat heyecandan bir türlü düğmesini ilikleyemiyordu. “Hoş geldiniz” diyerek elini uzattıysa da ben elimi uzatmadım. Eli bir süre havada kaldı. Karşımdaki insan o anda inanılmaz derecede küçülmüştü. Korkuyordu. “Ben teşekkür etmeden buradan gitmek istemedim. Bir gün mutlaka yine buraya geri döneceğim” dediğimde iyice zavallı pozisyonuna bürünmüştü. “Aslında ben 3 gün daha geç kalsaydım bu koltukta siz oturuyor olacaktınız. O nedenle ben sizin buradan gitmenizi istedim” dediğinde “sen zaten kirli insansın. Bundan böyle güle güle kirlen” diyerek oda kapısını çarparak çıktım.

O gün kendime izin vermiştim. Ertesi sabah yeni işyerime gidecektim. Çok uzak ve ulaşımı oldukça berbattı. Yine de il dışına sürgün etmemişlerdi. Nasıl olsa ulaşacaktım. Evimden 1 saat erken çıkar 1 saat eve geç gelecektim.

O gece uyumakta bir hayli zorlandıysam da bir şekilde uyumuştum. Sabah erkenden kalkarak hazırlanıp sarı zarfı çantama atmış yola çıkmıştım.

İlk gün olması nedeniyle biraz güçlükle yeni işyerime ulaşmıştım. İşyerindeki personel işlerine giderek işlemlerimi yaptırdıktan sonra yeni ofisime ayak basmıştım. Kalabalık bir mekândı. Personel şefi beni yeni arkadaşlarımla tanıştırdıktan sonra masamı ve hesap makinesi gibi birkaç eşyayı bana zimmetledikten sonra gitmişti.

Yeni servisimde kimseden ses çıkmıyordu. Hiç kimse bana “hoş geldiniz” dememişti. Aksine çok soğuk davranıyorlardı. Bana bakmıyorlar gibi görünmekle birlikte her bir hareketimi izlediklerini de görüyordum. Büyüteç altına almışlardı.

Masamın üstünde bir hayli dosya vardı. Ben dosyalara gömülmüş durumdaydım. İçeriye elinde çay askısıyla çaycı girmişti. Tüm masalara tak tak çay bırakıyordu. Benim masama çay bırakmadan yan masaya geçti. Anlaşılan çaycı bile beni yok saymaktaydı. Yan masadaki çalışana “yeni gelen sürgün bu mu” diye sordu. O da “evet” diye yanıt verince “kimbilir ne suç işledi de buraya sürgün ettiler” der demez kadın ağzını büzerek “komünisttir herhalde. Yoksa neden buraya göndersinler” diye yorum yapmakta gecikmemişti. Çaycı bile beni insan yerine koyup bana çay vermemişti. Dahası ofisteki tüm çalışanlar bana veba hastalığına yakalanmışım gibi davranıyorlardı.

Öğle saatine kadar aralıksız dosyaları inceledim. Bir hayli acıkmıştım. Çalışanlar tek tek işyerini bırakıp yemekhaneye gitmeye koyulmuşlardı. Ben nerede yemek yiyecektim? Kimse bana “buyurun, yemekhaneye beraber gidelim” dememişlerdi.

Telefon rehberine bakarak santralin dahili numarasını buldum. Santrale telefon ederek nereden yemek paketi isteyebileceğimi sordum. Santraldeki görevli “ha siz yeni gelen sürgün kadınsınız değil mi? Ben size yardımcı olamayacağım. Sabahtan beri size telefon geliyor. Size gelen telefon bağlamamam ve sizin istediğiniz numarayla görüştürmemem için emir verildi” dediğinde bende şafak atmıştı. Santral memuruna çalışma yönetmeliğini anımsatarak bir güzel haddini bildirmiştim.

Sakin olmaya çalışacaktım. Onların istedikleri de benim vurup kırmamdı. “Lanet olsun, en demokratik hakkımı kullanamayacakmıyım” diyerek yumruğumu masaya indirmiştim. Lavaboya giderek yüzümü yıkadım ve tekrar masama dönmüştüm ki kapıdan içeriye zayıf çelimsiz bir genç kız süzülerek girdi. Elinde yağlı kâğıda sarılı bir ekmek vardı. Ekmeği bana uzatarak “bunu ben size getirdim. Aç kalmayasınız” dediğinde ben kopmuştum. Kendi yemeğinden bana ayırmış ekmeği arasına koymuştu.

Kara gözleriyle gözlerine bakarak “sizinle konuşmamam için beni tembihlediler. Fakat ben dayanamadım size geldim. İsmim Ezel…”

Ezel…

Kollarımı açarak kucakladım. “Ben Aleviyim. Burada kimse bilmiyor. Siz bilin fakat kimseye söylemeyin olur mu? Yoksa bana çok eziyet ederler” dediğinde gözlerim dolmuştu.

Bir kişi bulmuştum. Her insan bir Dünya olduğu düşüncesinden yola çıkarsak bir kişi demek bir Dünya demekti. Artık yalnız değildim. Yine de Ezel’i tembihlemeliydim ki üçüncü şahısların yanındayken benimle konuşmamalıydı. Deşifre olmasını istemiyordum.

Akşam iş çıkışı bir yerde buluşup konuşacaktık. O akşam benim acil bir işim çıktığı için ertesi günün akşamına ertelemiştik.

Ertesi gün her zamanki gibi soğuk karşılanmıştım. Zaten kimseye selam vermemin bir anlamı yoktu. Selamımı almayacaklardı.

Birim amirinin odasına gittim ve “bana gelen telefonlarımın bağlanmaması emri verilmiş. Haberleşme özgürlüğü Anayasal bir haktır ve siz isteseniz de istemeseniz de ben bu hakkımı kullanırım. Lütfen kapı kullarınıza gerekeni söyleyin” diyerek yanıt vermesini bile beklemeden çıktım.

Sıra çaycıya gelmişti. Çay ocağına telefon ederek ofisteki çalışanların sayısı kadar çay istedim. Çaycı gülerek geldi “herkese benden çay dağıt” diyerek çay servisi yaptırdıktan sonra çay parasını sordum bütün parayı masaya bıraktım ve “üstü kalsın” dedim.

Sessizce dosyalarımı alarak çalışmaya başladım. Ne kadar zaman geçti anımsayamıyorum. Birden bir gürültü koptu servis amirlerinden biri bizim Ezel’i azarlıyordu. Ezel de sessiz sessiz ağlamaya başlamıştı. Amir ağzından köpükler saçarak Ezel’i hırpalıyor, aşağılıyordu. Masamın üstündeki metal zarf açacağını kaparak adamın üstüne yürüdüm. Kravatını yakalayarak kendime doğru çektim ve zarf açacağını keskin yüzünü boğazına dayamıştım. “Adım çıkmış dokuza, inmez sekize şimdi burada senin cezanı keserim” dedim. Bu arada kravatını çekiştirip boğazını sıkmaya başlayınca nefes alması zorlaşmıştı. Duvar dibine doğru çekilmesini söyledim. Servis çalışanlarından uzaklaştırmalıydım. Esasen sonradan anladım ki servisten kimse bu adamı sevmiyormuş o nedenle kimse kurtarmaya kalkmayacaktı. Zaten elimden alamazlardı. Adam biraz debelendikten sonra imdat ister gibi iki elini kaldırarak özür dileyince bağını gevşettim ve “bundan böyle bu kıza kim bağırırsa karşısında beni bulur. Burası benim onuncu köyümdür. Onbirinci köye de gönderseler giderim” dedim. Akabinde “eğer ki bu davranışımdan dolayı beni şikâyet edersen sonucuna katlanırsın. Bu iş burada bitmez. Bunu da böyle bil” demeyi de eklemeden geçmedim.

Kimse sesini çıkarmamıştı. Ben yerime oturdum yeniden işlerimin başındaydım. Yemek saati geldiğinde tüm çalışanlar “buyurun yemeğe gidelim” dediler. Hiç sesimi çıkartmadım. Masamı kilitleyerek hep beraber servisten çıkarak yemekhaneye gittik.

O akşam işi çıkışında Ezel’le beraber görülmemizin bir sakıncası olmadığını bildiğim için beraber çıktık. Benim sendikada toplantım vardı. Acele etmem gerekiyordu. Ezel de benimle birlikte gelmek isteyince beraber gitmeye karar vermiştik.

Züleyha Akın

Sendika çıkışında Ezel’le beraber yemek yemeye karar vermiştik. Onun da benim gibi evde bekleyeni yoktu. Halası memleketine gezmeye gitmişti. Yemek yerken konuşma olanağı bulacaktık.

Benim iyi bir dinleyici olduğumu görüyordu. O nedenle sürekli kendisi konuşmak istemişti. Çocukluğundan itibaren anlattı, anlattı, anlatı.

Babasını hiç görememiş, annesinin karnındayken ölmüştü. Annesi de kızını eşinin kız kardeşine bırakarak yurtdışına gitmişti. Ezel’i aşırı derecede disiplinli halası büyütmüştü. Bir de sevdiği genç vardı. Üniversitede öğrenciydi ve okul bitince evleneceklerdi.

Sonraki günlerde ve haftalarda dışarıda zaman geçirirken Ezel’in arkadaşı Sinan da bize katılıyordu. O yıllarda yerel yönetimlerde bütçede para olmaması nedeniyle maaşlarını alamayan işçiler grev yapıyorlardı. Biz ikimiz iş çıkışı grev çadırına gidiyorduk. Arkadaşı ya bizden önce ya da bizden sonra geliyordu. Yine de yanımızda çok fazla kalamıyor, izin isteyerek ayrılıyordu. Bakışlarından ve hareketlerinden tedirginliğini anlıyordum.

O gün iş çıkışında başka bir işyerindeki grev ziyaretine gidecektik. Önce tanıdık bakkalımıza giderek veresiye çay ve şeker aldık çünkü yeterince paramız yoktu. Grev alanına gittiğimizde bir yıkımla karşılaşmıştık. Çadırlar yıkılmış, masalar, sandalyeler her şey dışarıya dökülmüş ortalık savaş alanına dönmüştü. Alanın girişi tutulmuştu o nedenle uzaktan bakabildik ve geri döndük.

İşçi önderleri ve üniversite gençleri gözaltına alınmışlardı. Beraber Emniyet Genel Müdürlüğüne gittik. Bir yolunu bulup içeriye girmeye olanak bulamadık. Karşı tarafa geçerek çaresiz ve umutsuzca pencerelere bakmaya başladık. Belki birilerini pencereden görebiliriz veya birileri bizi görür diyerek ayakta bekledik. Hava kararmaya başlayınca oradan ayrılmak zorunda kaldık. Ankesörlü telefonla Ezel’in halasına telefon ederek o gece bende kalması için izin aldık ve evimize döndük.

O günün üzerinden 10 gün daha geçti. Biz her iş çıkışında ya da saatlik izin alıp erken çıkarak emniyete gidip bekledik. İşçiler üçer beşer serbest bırakılmışlardı fakat Sinan içlerinde yoktu. Çaresizce geri evlerimize döndük.

15. gün geldiğinde… Bir gazete haberi Ezel’i çılgına çevirmişti. Sinan Emniyetin 8. Katından kendini atmıştı. (!)

Sonraki günlerde ben işyeri revirine giderek doktora kısmen de olsa durumu anlatarak Ezel’e 10 gün rapor almıştım.

10 gün geçince Ezel’in işyerine geleceğini düşünüyordum. Rapor bitmiş Cumartesi Pazar eklenince 12 gün işyerine gelmemişti.

O gün, o pazartesi günü… Ezel işe gelmemişti. Halası müdürüyle beraber servise gelmişlerdi. İkisi de çok üzgünlerdi.

Ezel canına kıymıştı.

29.06.2020 / Ankara

Son Haberler

İlgili Haberler